Timur-Beyazit Kavgasında Korkunç İki İddia!

Beyazit güçlü iddialara göre yüzüğündeki zehir, zayıf iddialara göre ise başını kafesin demirlerine vura vura intihar etti

  • | Son Güncelleme:
  • | Yeni Günaydın

Tarihte iki Türk liderin çatışması var ki her ayrıntısı saç baş yoldurtacak cinsten.

Kimisi bu elim hadiseler silsilesinde Timur Han'ı suçlarken kimileri de Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazit'i haksız bulur. 

İkili arasında husumet karşılıklı yazdıkları mektuplarla başlar ve kanlı bir savaşla nihayete erer.

Evvela Hoca Sadeddin Efendi'nin Münşeatından hareketle birbirlerine ne söylediklerine ve neden kavgaya tutuştuklarına yakından bakalım.


Beyazit'ten ağır hakaretler

Esasen Timur, Osmanlı ile doğrudan bir çatışmadan çekinmekteydi. Bunun iki temel sebebi vardı: Osmanlı doğrudan küffarla cihat eden bir uç beyliği idi.

Böylesi kıymetli bir misyonu üstlenmiş bir devlete doğrudan taarruz kendi ordusu ve devletin ileri gelenleri tarafından hoş karşılanmazdı.

Bir diğer neden ise Osmanlıların savaş yeteneği yabana atılacak bir mevzu değildi.

Timur kendisinden çok daha küçük bir devlete yenilmesi halinde hükümranlığı altında bulunan birçok devletçiğin isyan edeceğinden emindi Zaten Beyazit'ten sembolik bir saygı nişanesi alabilse Irak ve İran'a yönelip oradaki isyan ve tehditlerle uğraşmak düşüncesindeydi.

Beyazit cephesinde de tablo çok net değildi. Timur'u Anadolu'da yenmek imkânsız değildi; böylesi bir zaferin İslam coğrafyasında Osmanoğulları'na getirecek güç ve şeref devlet, ricalinin ve subayların hayli heyecanlandırıyordu.

Balkanlarda ardı ardına gelen zaferler, Osmanlı ordusuna yönelik yoğun katılım Beyazit cephesinde şahinler diyebileceğimiz kanadın görüşlerini öne çıkarıyordu; ama Beyazit'in bazı mektuplarında dilini yumuşatması ve son derece temkinli davranması savaşı güçlü bir seçenek olarak görmediğini göstermektedir. Buna rağmen ilk mektupta ağır ifadeler kullanır:

Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin. Mektubunda bizi korkutmak ve hile ile kandırmak istemişsin. Osmanlı sultanlarını, Acem padişahlarına benzetme. Osmanlı askerleri de, ne Kıpçak ülkesi Tatarı gibi sıradan insanlar, ne de Hint toplulukları gibi başı boş, sere serpe avare kalabalıklar değildirler. Osmanlı askerleri, Irak ve Horasan askerleri gibi hamiyetsiz ve perişan olmayacak kadar onurlu askerlerdir.

Timur bu sözlere hayli içlenir ve Beyazit'in kendisi için İslam düşmanı ve küffar gibi tanımlamalara şiddetle karşı çıksa da itidalli bir üslup kullanır:

Sen kendini Allah yolunda cihad eden, bizi ise haksız yere kan döken bir kâfir ve beni yeni yetme bir savaşçı saymışsın. Bil ki, ben kırk yıla yakın bir süredir nefsimi cihada adamışım. Bu cihatlar sonunda kaleler ve ülkeler fethederek, beldeleri kurtarmakla meşgulüm. Kaldı ki bu halim, dünden daha açık ve kesindir. Bu mücadeleler esnasında, çok sayıda kişi bize itaat etmiş ve yolumuzda canlarını feda etmiştir. Siz niçin bize hizmet etmekten kaçıyor, sevgi göstermiyorsunuz? Hem yaşça da senden büyük durumdayım. Bu güne kadar hangi tarafa gittiysem, kısa sürede orayı ele geçirdim. Sivas'ı da kısa zamanda elde ettim. Sen Malatya'yı muhasara ettin, dört ay elde edemedin ve geri dönmek zorunda kaldın. Sinop Kale'sini ne zamandan beridir elde edemedin. Mektubundaki gibi tehdit ve gurura kapılma, akıl yolundan uzak sözlere cesaret etme. Kaldı ki Sivas'ta ele geçirdiğim adamlarınızdan durumunu anlamış haldeyim. Dolayısıyla pek çok Müslümanı rencide etmek, han ve mallarını harab etmek uygun görülmemiştir. Bu sebeptendir ki, güzel cevap vermeyi yüksek bir iş olarak bil, ülkeni harap etmekten kurtarmış olursun. Bizimle anlaşma yoluna döner, özür dileyen bir ifade ile cevap verirsen, aramızda dostluk ve sevgi olur. Böylece Frenk kâfirine fırsat vermemiş olur, biz de, Sivas'tan çekilerek geri döneriz. Bizim niyetimiz ve meylimiz sizi zayıf düşürerek meşgul etmek, böylece kefere dinine yardım etmek değildir. Bizi ve askerimizi kâfir, dinsiz, sapık itikatlı mezhep sahibi ve çirkin âdetleri bulunmakla itham etme. Bizim askerimiz babadan ataya Müslüman ve Müslüman çocuklarıdır. Niçin hidâyete layık olmasınlar? Kaldı ki, Osmanlı'nın askerleri çoğunlukla kâfirlerden devşirme olduğu açıktır. Davamız cihangirlik olup, saltanatımız adına hutbeler okunmaktadır, sikkeler basılıdır. Müslümanların ûlü'l-emri olduğumuzda şüphe yoktur. Bizim soyumuz, İlhân-ı Âlişân'a ulaşmaktadır. Eğer samimi selâmınızla beraber iyi ifadeler içeren mektubunuz gelirse, her iki taraf arasında yumuşama ve sevgi peyda olur. Aksi halde kılıç ortaya çıkınca, kaleme yer kalmaz ve's-selâm...


Beyazit, sonraki mektuplarında galeyana gelecek yahut getirecek ifadeleri terk ederek daha dikkatli kelimeler seçecekti:

Siz Sivas'ı harap idüp, ehl-i İslâm'ın ırzını pâyimâl etdükten sonra ne denile bilir ki! Siz, ilk suçlamayı kendinizden gidermeye uğraşıyorsunuz. Arapça ve Farsça gelen mektuplarınızda sertlik, kabalık, kibir ve gururdan başka bir nesne yoktu. Âl-i Osman, hile ile ülkeleri kendisine mülk edinmemiştir. Mektuplarımız akıllı devlet erkânımızla yapılan istişâreler sonrası yazılmıştır.


Beyazit, sonraki mektuplarında öfkeli lisanı tamamen terk ederek diplomatik bir lisan kullandığı görülüyor; ama bunu yaparken de mertliği de elden bırakmamak gayretindedir:

Mısır hâkimi ile aranızda geçen olaylardan dolayı bizim niyetimizi doğru anlamamışsınız. Biz arzu etsek Mısır'ı fethetmeye her zaman kadiriz. Ahmet Celâyir tekrar geri Osmanlı topraklarına gelirse, Kara Yusuf ile birlikte ikisini size teslim etmemi istemişsiniz. Biliyorsunuz ki Hûlâgu, Dârü's-Selâm'ı alıp İran'ın çoğunu eline geçirdiği sırada, halifenin amcası çocuklarından bir iki kişi Mısır'a Kâhire Vâlisi Baybars'a sığındılar ve onun himayesine girdiler. Hülâgu'nun Bağdat Vâlisi olan Karaboğa Noyan, Baybars'la cenk ettiler. Halifenin amcasını Mısır askeri sanıp, orada şehit ettiler. Kaçanlar şimdiye kadar Kâhire'de kaldı ve Hülâgû Han onları geri istemedi ve takip de etmedi. Şimdi bu dostunuz feleğin tokadını yemiş bir iki kişiyi himaye etmekle hatırınızı kıracak bir durum olamaz. Zira Hülâgû böylesine cüz'i şeylerden vazgeçmiştir. Muradımız Sivas ve çevresinden elinizi çekmenizdir. Bunu yerine getirmeniz güzel bir işaretinizin gereği olduğu anlaşılacaktır. Ancak herhâlde Allah'ın takdirinden kaçılmaz ve bizim kimseden korkumuz yoktur.

Timur sonraki mektuplarında daha kibar bir dil kullanmakla beraber Beyazit'in kabul edemeyeceği talepleri dikte etmeye başlar:

Şimdiye kadar sulh için çalıştım ve nihayet Sivas'a gelmem söz konusu oldu. Kâfire fırsat vermemek, İslam diyarlarını harap etmekten endişe edip, Şam tarafına giderek Mısır azizinden intikamımızı aldık. Sizin hasta olduğunuz hususu ağızlarda dolaşırken, biz bunu fırsat bilip dikkate almadık. Ancak siz fırsat bulunca bize bağlı olan Erzincan'a gelip valimizi rencide ettiniz. Adamımız olan Taharten (Muttaharten) sulhu sağlamak için sizin pişman olduğunuzu bize yazmıştır. Biz de güvendik ve sulh için antlaşmaya varılacağı umuduyla birkaç kez mektuplar gönderdik. Ama siz gittikçe artan bir katı tutum içerisinde oldunuz. Tâ ki biz ve askerimiz için kâfir ve kâfirden daha eşed kâfirlerdir demeniz sözü her yerde söylenir olmaya başladı. Elçileriniz olan Sungur ve Ahmed adamlarınız uzun süredir yanımızdadırlar. İslamlığımızı ve inancımızı biliyorlar. Hedefimiz Kefe ve Kırım yönüne iken, Şirvan'dan geri dönüp tekrar Erzincan'dan o tarafa varmak icap etti. Semerkand'da bulunan oğlum Muîneddin Muhammed Sultan Bahadır da askeri ile birlikte bana katılacaktır. İsteğimiz Erzincan'a varmadan ve askerimiz şehirlerinize girmeden önce Sivas, Malatya, Elbistan, Erzincan ve Kemâh'ın bize bırakıldığını sağlam bir ahit-nâme ile bildirmenizdir. Sulha muhalif değilim ve bağlıyım. Bu sulhun bir sûretini Mekke-i Mükerreme'de Bâbü'l-Harâm'da kapalı muhafaza olunsun ki, kimin bu sulha uyup uymadığı ortaya çıksın. Bu mektup Sungur, Ahmed ve Hacı Bayezid ile gönderildi.


Şunu söylemek gerekir ki iki Türk lideri savaşa götüren süreç kaçınılmazdı; ama ortalıkta çarşaf çarşaf dolaşan ağır hakaretler içeren mektupların çoğu asılsız. İki hükümdar da meseleyi diplomasi ile çözmeye çalışmış; ancak bu mümkün olmayınca malum hadise meydana geldi.

Savaştan sonra meydana geldiği iki hadise ise yazımızın asıl mühim konusu. Bunlardan ilki Timur'a esir düşen Beyazit'in demir kafese konulması ve sonrasında intihar ettiği iddialarıdır.

Konuyla alakalı Fuat Köprülü'nün Belleten için hazırladığı makalede "demir kafes" iddialarını inceledikten sonra şu maddeleri sıralar:

I – Osmanlı hükümdarlarının gurûrunu okşamak isteyen muahhar Türk analistleri, kafes rivayetini ya büsbütün meskût geçmeğe yahut inkar etmeğe çalışmışlardır. İdris Bitlisi'den  İbn  Kemal'e  ve  Sa'deddin'e  kadar bunu açıkça görüyoruz. Eserlerini Osmanlı padişahlarına takdim etmek üzere yazan ve saray mensuplarından olan Ahmedi Şükrullah, Konevi gibi müelliflerin de bu hususta bir şey yazmamalarının sebebi kendiliğinden anlaşılıyor. Buna bir istisna olmak üzere, eserini XVI.  Asır sonlarında yazan Şehnameci Lokman'ın Mücmil-üt – Tevarıh'ini gösterebiliriz [Hususi] kütüphanemdeki yazma, V. 37 b]. Burada: Timur'un demirden taht şeklinde bir kafes yaptırıp Yıldırım'ı içine koyduğu kaydedilir. Lokman, Sa'deddin Hoca'ya takdim ettiği bu eseri, kendisinden evvel bazı müelliflerin yazmış oldukları Osmanlı Nesebname'lerini hulasa ve   onlara ilave suretiyle   vücuda getirdiğini söylüyor. Demek oluyor ki, Lokman'ın istifade ettiği eski kroniklerde bu demir kafes rivayeti mevcuttur. Maamafih, Lokman eğer Sa'deddin Hoca'nın buna kızacağını bilseydi, bu rivayeti kitabına nakletmezdi! Onun bu gafleti, bize, demir kafes rivayetinin eskiliği ve kuvveti hakkın bir delil daha kazandırmış oluyor. Timur'un resmi tarihcileri de galip hükümdarı yüksek bir alicenaplık hâlesi içinde tasvir etmek için, bundan hiç bahsetmemişlerdir. 

II – Hükümdarlara yaranmak lüzumunu duymayan serbest tarihçiler, Anadolu Türkleri arasında daha Ankara harbini takip eden ilk günlerden beri yayılmış olan demir kafes rivayetini tespit etmişlerdir. En eski Osmanlı kaynaklarında mevcut olan bu rivayetin XV. asrın ilk yarısında Anadolu'da bulunmuş olan İbn Arabşah'da ve yine o asırda Osmanlı sarayı ve Türk muhitleriyle temas eden Phranzes'de bulunması da bunu teyit eder (bu iki müellifin de Murad II sarayında bulundukları malumdur). Gibbon'un işaret ettiği veçhile, 1409 senesinden evvel yazılmış olan – ve o sırada Bizans'daki rivayetlere istinat eden – Mareşal Boucicau1t'nun Hatırat'ında da Beyazıd'ın Timur tarafından hapse konduğu   yazılmıştır   (Mem. de Bouoicault,  I, 37).   Bu fikrimizi büsbütün kuvvetlendirecek diğer bir delil daha zikredelim: XVI. asrın ikinci yarısında Türkiye'de bulunan ve saray muhitiyle, büyük rical ile sıkı  temasları  olan Th. Spandouyn Cantacasin, Timur'un Yıldırım'ı esir ettiği zaman demir zincirle bağlattığını bu rivayet Ducas'da da vardır ve kafes içine koydurduğunu açıkça yazmaktadır [Petit Traicte de l'origine des  Turcqz,  publie  et annote par Charles Schefer, Paris 1896, P. 282- 283]. Şu hâlde kat'i surette anlaşılıyor ki, demir kafes rivayeti, doğrudan doğruya o vak'aların şahidi olan Anadolu   muhitinden çıkmış ve yine o asırda sür'atle Garb alemine  yayılmıştır.

III – Şark kaynakları hakkında Hammer ‘den çok az malûmata sahib olmasına rağmen, bu demir kafes mes'elesi hakkında en metodik hareket eden ve en sağlam istidlâllerde bulunan, Roma İmparatorluğu inhitatının büyük müverrihi meşhur Gibbon' dur [Histoire de la dicadence et de la chute de l'Empire romain, trad. Pal'. M. F. G u iz ot, Paris 1819, Tome XII, P. 362 -369], O, elindeki mütenakız rivayetlerin mukayese ve tenkidi neticesinde, Timur'un esir hükûmdara iptida iyi muamele ettiğini, fakat onun yersiz kibri ve firar ihtimali karşısında Timur'un böyle bir tedbir aldığını ve demir kafesin galiba bir tahkir aleti değil bir muhafaza vasıtası olduğunu, hiçbir dogmatismee düşmeden, ileri sürüyor. Halbuki, Salaberry, d'Herbelot [Bibl. orient., P. 882] ve şark kaynaklarını bütün bunlardan çok iyi bilen Hammer, resmi şark vak'anüvisliğinin sırf hükûmdarlara yaranmak için müdafaa ettiği teze, bunun mahiyetini anlamayarak, aldanmışlardır. 

IV- Bu mes'ele hakkında – şimdiye kadar müracaat edilmemiş olanlar da dahil olmak üzere – hemen bütün membaların ve bilhassa şark membalarının tarihi kıymetleri bakımından tetkik ve mukayesesi suretiyle yaptığımız bu küçük araştırma, bu demir kafes rivayetinin halk muhayyelesinde doğmuş bir masal değil, tarihi bir vakıa olduğunu, çok kuvvetli bir ihtimalle meydana çıkarmış oluyor;  ve bu suretle Gibbon'un vaktile büyük bir tarihci intuition'ile vardığı neticeyi büyük bir nispette kuvvetlendiriyor.

(Yıldırım Beyazit'in esareti ve intiharı hakkında,
Fuat Köprülü)

Diğer mesele de Sünni bir Müslüman olmasına rağmen Beyazit'in intihar ettiği iddiasıdır.

Sözü hiç uzatmadan işin ehli Köprülü'ye sözü bırakalım:

I – Timur devri vak'anüvisleri ve onlara istinad eden daha muahhar İran müellifleri, Yıldırım'ın eceliyle öldüğünü yazıp intihardan hiç bahsetmezler. Yukarıda anlattığımız gibi, Asyalı Cihangir'in mağlûb Padişaha karşı çok âlicenabane hareket ettiğini her suretle tebarüz ettirmek isteyen bu resmi müelliflerin intihardan bahsetmemeleri gayet tabiidir; çünkü Yıldırım'ın intiharı, Timur'un kendisine karşı yaptığı muamelenin – Timur vak'anüvisleriniıı göstermek istedikleri gibi âlicenabane olmadığını meydana koyabilirdi. Timur'un Mısır'a elçi olarak gönderdiği Mes'ûd, Yıldırım'ın eceli ile öldüğünü söyleyerek buna tercüman olmuştur [İbn Kadi  Sehbe'nin  Zehebi ve İbn  Kethir'e  yazdığı  Zeyl'de]. Ekser Mısır ve Suriye müelliflerinin bu intihardan bahsetmemeleri ve Yıldırım'ı eceliyle ölmüş [Makrizi, .Al- Sulûk; Abû-l- Mahasin, Al – Nücum al  -Zahira,  w. Popper    tab'ı, VoL VI. Part I. No. 1,  P.  84; aynı müellifin Manhal al – Safi'sinde], nadiren ‘Timur tarafından öldürülmüş' [İbn Hacer, Anba'ul Gumr'de ve yine rivayet şeklinde ‘Ayni, ‘lkd-al Cuman'da zehirletilmiş] tarzında göstermeleri de, Timur'a karşı ne kadar aleyhtar iseler, Hristiyan alemi üzerine büyük zaferler kazanmış bu İslam hükümdarına   karşı da o kadar çok taraftar olmalarından dolayıdır. Bu çok mutaassıp alimler, Yıldırım gibi bir İslam mücahidini intihar etmiş göstermekle onu şiddetle tezlil etmiş olacaklarım sanıyorlardı ve işte bu psikolojik zaruret, Yıldırım'ın hastalıktan ölmediğine inanmış olanları bile, bu ölümü Timur'un suikastına atfetmeye sevk etmiştir; onlar, bu suretle, hem İslam efkarı umumiyetine karşı mağlûp hükümdarın dindar Müslüman cephesini müdafaa etmiş, hem de muhtelif amiller sebebile nefret ettikleri Timur'u kötülemiş oluyorlardı. 

II – En eski Osmanlı kronikleri ve bilhassa bunlar arasında halk an'anelerini daha sadakatle – ve hanedan menfaatlarını korumak endişesinden azade olarak tespit etmiş olanlar, Beyazıd'ın intihar ettiğini açıkça kaydederler; F. Giese'nin neşrettiği Tevarih-i Al-i Osman [S. 46], bu isim altındaki diğer birtakım anonim vakayinameler, Uruc Bey Tarihi [S. 37], Hadidi, vakayinamesi, Aşıkpşazade Tarihi [İstanbul basması, S. 80; Giese basması, S 72], Lütfü Paşa Tarihi [S. 59] gibi. Yalnız, bunların bir kısmı onun intiharını kısaca iki kelime ile kaydettikleri halde, Uruc, Hadidi, ve bizdeki Anonim ile Berlin'deki diğer bir Anonim [J.  H. Mordtmann, Rühi Edrenevi, MOG, Band II, 1 – 2, S. 134, 1925] yüzük kaşındaki zehirle intiharını tespit ederler. Anlaşılıyor ki XV-XVI. asırlarda Türkiye'de esir hükümdarın intihar ettiği an'anesi, demir kafes hikayesi gibi, bilhassa halk arasında ve orduda yayılmıştı. Muhtelif sebeplerden dolayı mesela. Mısır ve Suriye halkı ile mukayese edilemeyecek kadar geniş düşünceli ve taassubdan azade olan Türklerle imparatorluğun Hristiyan ahalisi arasında, bu intihar hadisesi, asla çirkin ve fena bir şey gibi telakki edilmiyordu. ‘Ayni'deki rivayet bunu teyid ettiği gibi, demir kafes rivayetini zikreden İbn İyas da yüzükdeki zehirle intiharı tekrar eder. O asırda Türklerle  sıkı münasebetlerde bulunan  ve bu husustaki Türk an'anelerini bilen Hristiyan müelliflerin eserlerinde  de Yıldırım'ın intihar ettiği rivayetine tesadüf olunur (hatta, bu intiharın, başını kafesin demirlerine çarpa çarpa vuku bulduğu da rivayet edilir: Gibbons'un türkçe tercümesi, S. 231). Şekli ne olursa olsun gerek bu rivayetler gerek bazı Arap menbalarının onu Timur tarafından öldürtülmüş (zehirletilmiş) göstermeleri, intihar vakıasını teyit edecek delillerdir. Anadolu membalarının rivayetleri ise, intiharın zehirle vukua geldiğini anlatmaktadır. 

III – İntiharın ortodoks İslam muhitlerinde, ne kadar menfur bir cinayet, bir küfür telakki edildiği malûmdur. Gördükleri tahsil itibariyle bu telakkiye saplanmaları tabii olan kronikcilerden bir kısmı, mağlub Osmanlı Hükümdarı'nın irtikap ettiği bu büyük günahı mesküt geçmekle iktifa etmişlerdir. Fakat yarı resmi mahiyette vakayinameler yazmakla mükellef olan bir kısım tarihçiler, mesela. Sa'deddin, ‘islam dininin kahramanı' olarak göstermek istedikleri Osmanlı Hanedanından birini, bilhassa Kosova ve Niğebolu kahramanını İslam dinine mugayir bir harekette bulunmuş olarak tasvir edemezlerdi.  Yavuz'un Mısır – Suriye fütuhatından sonra, Osmanlı sarayında büsbütün kuvvetlenen dini taassub ve ulema. Zümresinin tahakkümü, bu sülale erkanından herhangi biri hakkında – sülalenin dini prestijini ihlal edebilecek isnadların reddini de hükümdara ve saraya   yaranmak   için, bir   mecburiyet   haline koymuştu.  

İşte Sa'deddin‘in intihar rivayetini o kadar asabiyetle redde kalkışması bundan dolayıdır. Ali gibi, zamanının bozukluklarını, saray israflarını şiddetle tenkitten çekinmeyecek kadar müstakil ve tenkidci bir müverrih bile, zamanının umumi telakkilerinden kurtulamayarak, bu intihar rivayetini çürütmeğe çalışmaktan geri durmamıştır. Lütfi Paşa gibi, ilk devirler hakkında eski kaynakları hemen aynen kopya ile iktifa edenleri bir tarafa bırakacak olursak, XVI.  asrın alim  ve edip tarihçileri, hükümdar sülalesinin şerefine mugayir gördükleri bu rivayeti tamamiyle meskut geçmişler, ve XVII. asırdan itibaren yazılan iltikati mahiyette tarih eserleri ise, adeta resmi mahiyet almış olan bu noktainazara sadık kalmışlardır. Maamafih Ali'nin[Künh-ül-Ahbar,C. V, S.102]ve bilhassa Sa'deddin'in çok telaşlı müdafaaları[Tac-üt-Tevarih, C.I, s. 217], intihar riyayetinin XVI. asır Türkiye'sinde ne kadar kuvvetle yayılmış olduğunu gösteren çok mühim psikolojik vesikalardır. Hammer gibi muahhar Avrupa tarihçileri, demir kafes mes'elesinde olduğu gibi hatta ondan fazla bu mes'elede de resmi Osmanlı vak'anüvisliğinin an'anesinden ayrılamamışlardır. (Age.)

Köprülü'nün bu tespitlerinden anlıyoruz ki Timur, Osmanlı Sultanını kafese koymuş ve Semerkant'a götürmek istiyordu.

Bunlar katlanamayan Yıldırım Beyazit güçlü iddialara göre yüzüğündeki zehir, zayıf iddialara göre ise başını kafesin demirlerine vura vura intihar etmişti.

Timur, ölümünden sonra Beyazit'in Bursa'ya defnedilmesine müsaade eder; ama Beyazit mezarında da rahat bulmayacaktır.

İddialara göre 1414 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey, babasının intikamını almak için Beyazıt'ın kemiklerini türbesinden çıkarır ve yakar.

Bu sıra dışı iddia hakkında ciddi kaynaklar neler söylüyor yahut gerçekliği var mı; o da başka bir dosyamızın konusu…

 

 

Independent Türkçe

YORUMLAR

Bu habere henüz yorum yapılmamış.İlk yorum yapan sen ol...

Yorum Yap

Bu Alan Boş Bırakılamaz
Bu Alan Boş Bırakılamaz
Yorum Yapma Şartlarını Kabul Etmediniz