ÖZEL: Atatürk'ün Gizli Kalmış Anıları!
Çok okunan Atatürk kitaplarının yazarı gazeteci Yaşar Gürsoy’un kaleminden 102 bilinmeyen Atatürk anısı daha…
- | Son Güncelleme:
- | Yeni Günaydın
Atatürk’e ve ileri görüşlülüğüne acilen ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçerken dünya askeri ve siyasi tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir önderin anılarının mutlaka bilinmesi gerektiğinin altını çizen Yaşar Gürsoy, diğer tüm kitaplarında olduğu gibi bu araştırma ve düzenlemenin de gençler için önemine vurgu yapıyor.
Yaşar Gürsoy’un yazdığı, Prof Dr. Bingür Sönmez’in de araştırmaları ve önsözü ile katkı verdiği Atatürk’ün Gizli Kalmış Anıları, Destek Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Gürsoy, "Anıların çoğunluğu, tarih sayfalarının tozlu yaprakları arasında adeta sır olarak kalmıştır (bileni çok azdır). Bunun nedeni, anıların yaşandığı dönemde Atatürk’e yakın olan kişilerin yaşadıklarını sonraki yıllarda yazmaları ve yine hızlıca hafızalardan silinmeleridir...Oysa Atatürk’e ve ileri görüşlülüğüne acilen ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçtiğimizin farkında olmamız gerekmektedir... Dünya askeri ve siyasi tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir önderin bu anılarının mutlaka bilinmesi gerektiğini düşünmekteyim... Yaşanılanların gün ışığına çıkması açısından düzenlenen bu araştırma ve düzenlemenin siz okurlara ve geleceği emanet ettiğimiz çocuk ve gençlerimize ilham kaynağı olacağını ümit ediyorum" dedi....
KİTAPTAN İKİ ANI....
Deli Hafız Atatürk’e neden saldırdı?
Milli Mücadele’nin neferlerindendi. Hafızdı. Sesine herkes bayılırdı. Gün geldi, yaşadıkları adını Deli Hafız’a dönüştürdü. Milliyetçiydi. Vatanına sıkı sıkıya bağlıydı. Sesini duyanlar ağızları açık dinlerdi. Ne var ki Sakarya Savaşı yıllarında akli melekelerinin yerinde olmadığı sanılarak şarkı ve gazelleri dinlenmez olmuştu. Oysa daha önceleri İstanbul gazinolarının aranılan sesi soluğuydu. Dinleyen bir daha dinlemek ister, akıllarından çıkaramazdı...Deli Hafız aynı zamanda pehlivandı. Bedeni kadar sesi de gürdü. Bir keresinde Sakarya Savaşı günlerinde dostları Gazi’ye, “Hafızı cepheye getirtsek. Ezan ve Kuran okusa. Askerin maneviyatını kuvvetlendirir” bile demişler, haber yollamışlardı. Kendisiyle ilgili anılar dilden dile dolaşırdı. Biraz meczup olan hafız Ankara’dan yola çıkıp cepheye doğru yol alırken düşman casuslarına yakalanmıştı. Cephe gerisi çok ciddi kontrol altındaydı. Giden gelen herkes soruşturulurdu. Hafıza nereye gittiği soruldu. “Beni Mustafa Kemal Paşa çağırttı, tanıdığımdır, ona gidiyorum” deyince yakayı ele verdi. Bildiklerini öğrenmek için epey hırpaladılar. Konuşmayınca da hapse attılar. O karakol senin bu karakol benim hafızın aklı ondan sonra epeyce zarar gördü.Yine öyle bir karakol yolculuğunda düşman askerlerinin elinden kurtulup bir caminin minaresine çıkıp ezan okumaya başladı. Cepheden bırakılması için emir gönderilse de iş işten geçmişti. Hafızın zaten sallanan aklı büsbütün uçup gitmişti. Olanları duyan Gazi epey üzülse de elinden bir şey gelmemiş ancak Deli Hafız’ı hiç aklından çıkarmamıştı. Atatürk’ün sofrasında en çok oturan gazeteci olan Falih Rıfkı Atay günün birinde sohbet ederken Gazi’ye, “Deli Hafız kendine gelmiş paşam, yine eskisi gibi gazinolarda şakıyor, kendine hayran bırakıyormuş” dedi. Şaşkınlıkla dudaklarını büküp başını salladıktan sonra, “Demek iyileşmiş, bir ara soframa buyur ediniz Falih Bey” dedi. İstanbul, Dolmabahçe Deli Hafız Dolmabahçe Sarayı’nın yemek salonu olarak da kullanılan üst kat sofrasında pek neşeli, biraz oynakça olmakla beraber, sözü fikri yerinde idi. Eskilerden söz edildi, hatıralar anlatıldı, hafız gazel ve şarkı okudu. İçe işleyen bir sesi vardı. Bir ara yanında bulunan bir hanımla biraz fazla ilgilendi. Biraz heyecanlı da görününce hanım ürkerek salonun dışına çıktı.Hafız gazelini tamamlayıp masaya dönünce hanımı göremedi ve birden ayağa fırladı, sofradan bıçağı kaparak, “Şimdi sizi bitirdim!” diye haykırmaya başladı. Atatürk şaşırmıştı ama soğukkanlılığını korudu. Berberi Mehmet ve Sofracıbaşı İbrahim hızlı hareketlerle hemen yanı başına koşup önlem aldı. İkisi de aynı zamanda cansiperane korumasıydı. Onlara, “Benim çocuklarım” derdi.
Sert sesi duyuldu
“Otur hafız!” Deli Hafız’ın nevri dönmüştü, bu kez sesin geldiği yöne, Atatürk’e doğru yürüdü, hızla üzerine hamle yaptı. Mehmet ve İbrahim seri hareketlerle hafızın önüne atılıp bedenlerini siper etti... Hafız çıldırmış gibiydi, elinden biri Gazi’nin ceketini yakalamış bırakmıyordu. Mehmet bir yandan, İbrahim bir yandan elini ceketten koparıp almaya çalışırken, salon dışından gelen korumalar da hafızı uzaklaştırmaya çabaladı... En nihayetinde hafızın pençeleri ceketten sökülüp alındı. Mehmet ve İbrahim hafızı kargatulumba salondan çıkarıp hizmet katında bir karyolaya yatırdı. Hafız bağırıp çağırmayı sürdürüyordu. Mehmet, İbrahim’e dönüp, “Ya boğazına sarılmış olsaydı? Ya Gazi’ye bir kötülük yapsaydı?” dedi. Deli Hafız’ın krizi bitmek tükenmek bilmiyordu. Mehmet ve İbrahim güçbela el ve ayaklarını karyolaya bağlayıp sakinleşmesini sağladı... Sofadakilerin tümü geçmiş olsun dileklerini sunarken, Atatürk olanları önemsemediğini belirterek, “Hadi bu akşam sofrayı erken kapatalım,” demekle yetindi.
Silah olarak süpürge sopasını seçiyorum!
Alfred Rüstem, 1854 yılında Osmanlı İmparatorluğu hizmetine girmiş bir Polonyalının oğluydu. Babası devlet görevlisi olarak Midilli Adası’nda görev yaparken 1862 yılında bu adada dünyaya gelmişti. 1882 yılında Bulgaristan’da Osmanlı diplomatik misyonunda Fransızca tercümanı olarak başlamış ve daha sonra da değişik diplomatik görevlerde bulunmuştu. 1914 yılında Washington Büyükelçiliği görevine atanmış ancak ABD’de yapılan Osmanlı aleyhtarı propagandalara Batı dünyası ve ABD’yi suçlayan yazılar yayımlayarak cevap verince ABD hükümeti tarafından istenmeyen kişi ilan edilmiş ve İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’daydı. Savaş sonrasında Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele’yi örgütleme faaliyetlerini yakından takip etmiş ve hiç kimse davet etmemesine rağmen Sivas Kongresi’ne katılmış. Haziran 1920 Yunanlılar Bilecik’teki bir taarruz sırasında galibiyet elde etmişti. Zira Türk askeri bu taarruzda hiçbir varlık gösterememiş, Mustafa Kemal Paşa bölgenin sorumlularını dinlemek ve TBMM’de yapılan tartışmalardan sonra incelemelerde bulunmak üzere Bilecik’e bir heyetle gitmişti. O heyette Alfred Rüstem Bey de bulunuyordu. İncelemeler yapıldı, heyet akşam yemeği için sofraya oturdu... Günün şartlarında yiyecek bulmak güçtü. Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın muhasebecisi yumurta almak için kürkünü bile satmıştı... Atatürk’ten yirmi yaş büyüktü, oldukça alıngan bir kişiliğe sahipti. Yemek yendi. Alfred Rüstem Bey sigara yaktı. Mustafa Kemal sigarayı işaret ederek seslendi...
“Acele etmeyin Rüstem Bey, iştahınız kapanmasın, yemek devam edecek.” Alınganlık gösterdi ve birden sesini yükseltti:“Sizden müsaade almadan sigara içmeyi adaba aykırı bularak bana ihtarda bulunuyorsunuz, yemek arasında hep sigara içilirken bugün neden müsaade almama lüzum görüyorsunuz?”
Hışımla sofrayı terk etti. Sofra buz kesti...
Parasızlıktan her akşam tek yemek çıkıyordu. Elde para pul neredeyse yoktu. Atatürk o akşam arkadaşlarına sürpriz olsun diye irmik helvası yaptırmıştı. Yemekten sonra helva gelecekti, o nedenle Alfred Bey’e, “Sigara yakmak için acele etmeyin” demişti. Alfred Rüstem Bey’in helvadan haberi yoktu. Kendini aşağılanmış hissetmiş, yaşananı abartmıştı. Mazhar Müfit Kansu hemen yanına gitti, helva olduğunu, Atatürk’ün bu nedenle sigara içmemesini önerdiğini anlattı, tekrar sofraya davet etti. Ancak ikna edemedi: “On beş kişilik sofrada beni adap bilmeyen biri olarak aşağıladı, bu işin şakası yok, haysiyetimi muhafaza etmek için Paşa’yı düelloya davet etmek mecburiyetindeyim, Paşa’ya bildiriniz.” Mazhar Müfit Bey duyduklarına inanamadı: “Yahu Alfred delirdin mi, Paşa’yı öldürmek mi istiyorsun?” Alfred Rüstem Bey “Bilakis...” dedi. “Ona zarar vermeyeceğim, ben yaralanacağım veya öleceğim ama bu suretle haysiyetimi muhafaza edeceğim, silahı Paşa seçsin!” Mazhar Müfit Bey gülümsedi, sofraya döndü, düello davetini aktardı. Atatürk gayet ciddi bir ifadeyle “Pekâlâ...” dedi ve ekledi: “Silah olarak süpürge sopasını seçiyorum!” O sözler sofrada kahkahalarla karşılandı ve salondaki gülüşmeler dışarıya kadar taştı. Alfred Rüstem de o gülüşmeleri duydu ve adeta çileden çıkarak yemek yenilen binayı terk etti, Mahzar Müfit Bey’e de küstü. Sonraki günlerde Ankara milletvekili seçilmiş olmasına rağmen vekillikten istifa etti, bir müddet sonra Avrupa gazetelerine Milli Mücadele hakkında yazılar yazmak için İstanbul’a gitti...
YORUMLAR
Yorum Yap