Dünyadaki Afetlerde Kriz Yönetimi Tecrübeleri!
Afet ve krizlerde yerel güçlerle işbirliği ve toplumsal yapılanma çok önemli
- | Son Güncelleme:
- | Yeni Günaydın
Dünyadaki deprem ve afetlerde kriz yönetimi tecrübeleri neler? Bu işler nasıl organize ediliyor?
Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremde yaşanan halk seferberliği ile resmi kurumların kaotik yetersizliğini görünce 1966 Varto, 1914 ve 1971 Burdur, 1999 Gölcük, 1999 ve 2022 Düzce, 2003 ve 2020 Bingöl depremlerini hatırladım: Hep aynı tablo; kitlesel halk seferberliği ve iktidarların çaresizliği.
Peki, dünyadaki tecrübeler neler?
Bu işler nasıl organize ediliyor?
İki değerli veriden yola çıkarak kimi örnekleri ve tecrübeleri kamuoyu ile paylaşmak isterim.
Bunlardan ilki, Mehmet Salih Olgun imzasıyla sosyal medyada yayımlanan San Francisco depremi konulu yazı; ikincisi ise felaket dönemlerinde kriz yönetimi ve sosyal yapılanma üzerine yazılmış Sussan Baez Ullberg ile Dr. Jeroen Warner'ın çift imzalı makalesi.
Ullberg, başkent Stockholm'deki İsveç Savunma Üniversitesi (The Swedish Defence University) Araştırma ve Eğitim Merkezi'nin önde gelen analizcisi. Uzmanlık alanı "kriz yönetimi".
Warner ise özellikle afet ve felaketler üzerine yoğunlaşan bir bilim insanı. Wageningen Üniversitesi ve Araştırma Merkezi (Hollanda) öğretim görevlisi olup ülke içi ve sınır aşan akarsular anlaşmazlığı konusunda dersler veriyor.
Sözü edilen makale, Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatının doğal afetler sonucu meydana gelen krizleri yönetme ve toplumsal organizasyon süreçlerinin neden, sonuç ve çözümlerini içeren aylık bir dergide Ekim 2016'da yayınlanmıştı.
Bu girişten sonra ilk örneğe dönebiliriz:
Mehmet Salih Olgun, Türkiye ve Suriye'deki deprem münasebetiyle o tarihte San Francisco şehrinde yaşanan sosyal ve siyasal olaylara ışık tutan yazısını kaleme aldı.
Birlikte okuyalım:
"ABD'nin San Francisco şehri 1906 yılında 7.9 şiddetinde büyük bir depremle yıkılır. Deprem ve sonrasında çıkan yangınlar sonucunda yaklaşık 3000 kişi hayatını kaybeder; otuz bine yakın bina tahrip olur; patlayan gaz boruları ve kimyasal tesisler yüzünden kentin büyük kısmı yanar.
Deprem sonrasında şehirde muazzam bir yardımlaşma ve dayanışma dalgası yükselir. Kurtarma faaliyetleri organize edilir, ortak yaşam alanları ve mutfaklar kurulur, şehir sakinleri beklenmedik bir dayanışma ve yaratıcılıkla bu büyük afetin yaralarını sarmaya koyulur. Şehirde yaşayan farklı etnik gruplar arasında daha önce yaşanmamış bir birlik ve kardeşleşme atmosferi hâkim olur.
Kısa zaman sonra depremzedelerin temel ihtiyaç maddelerine ulaşma çabası, devlet otoritelerince 'yağma ve hırsızlık' olarak damgalanır. Bunlar gerekçe gösterilerek kolluk güçlerine vur emri verilir. Emri alanların kurşun yağdırması sonucu yaklaşık 500 kişi öldürülür…
San Francisco depremi, aslında çoğu çağdaş felaketle aynı örüntüye sahip: Büyük felaketin akabinde karşımıza sadece yıkım ve acı çıkmaz. Aynı zamanda halkın o güne kadar marjinalleştirilmiş kolektif dayanışma ve yardımlaşma pratikleri gün yüzüne çıkar.
Hâkim yaşama biçimi şu ya da bu nedenle kısmen de olsa askıya alındığında insanlar bireyciliği, edilgenliği ve rekabetçiliği esas alıp teşvik eden kural ve pratikleri ihlal edebileceklerini görürler.
(Hollandalı popüler tarihçi ve yazar) Rutger Bregman'ın ifadesiyle:
Felaketler içimizdeki en iyi şeyleri ortaya çıkarır. Sanki bizleri daha iyi halimize döndüren bir reset (sil baştan yap) tuşuna basılması gibi bir sonuç yaratır.
Karşılıklı yardımlaşma ve örgütlenme inisiyatifleri, muktedirleri daima tedirgin eder. Aşağıdan gelişen dayanışmaya karşı sakınımlı ve hatta düşmanca bir tutum takınılır. Birçok durumda toplumsal dayanışmacı girişimler bastırılmaya, bazen de San Francisco'da yaşandığı gibi açık şiddetle ezilmeye çalışılır.
(Amerikalı kadın yazar) Rebecca Solnit'in vurguladığı üzere:
Büyük bir felaketin ardından hâkim toplumsal nizamın o güne kadar bastırdığı dayanışmacı kapasiteler, beklenmedik bir biçimde gündeme gelir. Felaket eski düzende çatlak ve hayatın başka bir şekilde örgütlenebilmesi için imkânlar yaratır. Egemenler bu potansiyellerden tedirgin olur, onları kontrol altına alıp soğurmaya, olmuyorsa da ezmeye çalışır. Felaket sonrası söz konusu olan toplumsal teyakkuzu denetlemeye ve sindirmeye girişir. Böylece hemen her felaket bağrında belki de kaçınılmaz olarak bir iktidar mücadelesi şekillenir…
Maraş merkezli iki depremin hemen ardından söz konusu olan, tam da böylesi bir mücadele... Halk düzeyinde görülmemiş bir seferberlik başladı. Ancak iktidar, bu seferberliğin kontrol dışına çıkmasından korkuyor. Bu dalganın iktidarın yetersizliklerini, bu felaketin oluşmasındaki sorumluğunu teşhir eden bir kuvvete dönüşmesi ihtimalinden endişe ediyor...
Siyasal iktidar felaketin ortaya çıkardığı toplumsal enerjinin siyasal güç ilişkilerinden beklenmedik değişiklikleri tetikleme ihtimalinden tedirgindir. OHAL ilanı ve erişim engelinin en önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerek…"
Esasen yukarıda yapılan tespitler; salt mevcut AK Parti yönetimine veya Türkiye'deki eski iktidarlara has nitelikler, olumsuzluklar değildir, evrensel bir boyutu da var. Tipik örneği, 1906 San Francisco depreminde görüldü ve yaşandı.
Görüşlerinden yararlandığımız Ullberg ile Warner'in "The Relevance of Soft Infrastructure in Disaster Management and Risk Reduction" (Felaket Yönetiminde Yumuşak Altyapı İnşasının Riski Azaltma ile İlintisinin Önemi) başlıklı yazısına gelince; buradan da önemli alıntı ve örnekler sunacağız:
"Doğal afetler ve teknolojik felaketler, uygarlık alanlarında gün geçtikçe hem artıyor hem de şiddetleniyor. Bu husus bilginler ve alanda pratik yapanlar tarafından tartışılmaktadır. Özellikle öne çıkan meseleler şunlardır: Doğa, toplum, kalkınma ve teknoloji.
Felaketler, belirgin sayıdaki toplumların kalkınmayı sürdüremediklerinin kanıtıdır; aynı zamanda eşit olmayan bir kalkınmaya işaret etmektedir.
İklim değişikliğinin yol açacağı atmosfer ve jeofizik tehlikeler siyasal ve bilimsel tartışmaların da gündemine girmiştir. Bu değişiklikler ciddi ve acil bir risk oluşturmakla kalmayıp, güvensiz bir ortam yaratmakta ve diğer olumsuz etkileri de tetikleyip zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bu da küresel ölçekte toplumsal, ekonomik, siyasal değişiklikleri beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla herkesin gerekli önlemleri alması elzemdir. Lakin bunların hayata geçirilmesinin önünde pek çok engel bulunmaktadır.
Bahsi geçen engellerden biri de edinilen bilgi ve belgelerle bunları inceleyen sorumlu resmi kurumların felaket risklerini önlemek için yeterli irdeleme ve sorgulama yapmayışıdır. İlaveten aynı kurumlar ile yöre ahalisi ve bireyleriyle interaktif ilişki içinde olmayışıdır.
ABD'de irtibat ağı 'bütün millet', İsveç'te ise 'toplumun her kesimi' diye nitelenen aktif sosyal kesimler arasında işbirliği şeklinde kurulabiliyor. Bazı yönetimler, söz konusu felaketleri önleme görevini hepten yerel topluluklara veya tek tek vatandaşların sırtına yüklemeye kalkınca, irtibat ağında büyük açıklar meydana geliyor.
Hollanda'da gülünç ticari ilanlar yoluyla bir yandan toplumun tahammül gücünü, diğer yandan seçici bir tercihin nasıl olabileceğini ölçmek maksadıyla NL Alert alarm ve bilgi akışı sistemi kurulmuştur. Örneğin ilgili vatandaşı, cep telefonu aracılığıyla yaşadığı yöredeki risk ve tehlikeleri merkeze duyurmakla görevlendiriyor.
İsveç'te ise bazı varsayımsal/kurgusal platformlar, reklam kampanyaları şeklinde kullanılıyor. Din Säkerhet diye adlandırılan bu platformda vatandaş, kayma, erozyon ve aşırı soğukları merkeze bildirmekle yükümlüdür. Merkez ise söz konusu felaketin nasıl önüne geçilebileceğine dair uygun senaryoyu hazırlıyor. Planlar, ilk üç gün içinde gerekli kurtarma faaliyetini gerçekleştirme hesabına göre yapılıyor.
Uygulanan sistem, elverdiği kadarıyla vatandaşı bu tür felaketlere karşı harekete geçirip kamu kurumuyla birlikte göğüslemeyi hedeflemesine rağmen gerçekte yükümlü yurttaş bunca ağır sorumluluğun altından kalkamıyor.
Dahası var: İktidarlar, yerel düzeydeki toplumsal sermaye ile diğer imkânları her zaman kabullenmediği gibi o bölgenin özgün kültürel bilgilerini almaya yanaşmıyor, alınmasına da izin vermiyor.
Kuşkusuz her afet, kendince özgün, istisna ve tekil sayılmaktadır. O haliyle afetin toplumsal hafızadaki yeri gayet güçlüdür. Yaşamayanın bilemeyeceği kadar önemlidir. Dolayısıyla deprem yaşanan bölgelerde siyaset, ekonomi, toplum ve çevre alanındaki etkisi yaygındır.
Bu yanıyla ele alındığında yöredeki depremzede ahalinin kolektif/bireysel hafızası ile tarihinde büyük bir tecrübe olarak yer etmektedir. Bu da gelecekteki felaketleri göğüslemede onlara bilinç kazandırır. Mesela felaket alametleri ve tehlike işaretlerinden yola çıkan insanlar, gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapabilirler. Bilgi ve tecrübe birikimine dayanarak felaketi göğüsleme olanağı bulurlar.
1907 yılında yaşanan depremden ders alan Simeulue (Timur-Endonezya) adası halkı, 26 Aralık 2004 yılında merkezi Sumatra adasında meydana gelen en büyük üçüncü (9.11 ve 9.3 büyüklüğündeki) iki deprem sonucu devasa dalgalar halinde gelen tsunamide sadece 8 kişiyi kaybetti.
Oysa deprem merkezine 45 kilometre uzaklıktaydı, nüfusu da 80 bin idi. Buna mukabil anayurt Endonezya tsunami sebebiyle 300 bin insanını kaybetti.
Nedeni şuydu: Simeulue adasında yaşayan insanlar bir deprem olduğunda kıyıdan uzaklaşıyor, ardına bakmadan yüksek dağlara doğru koşuyorlar. Böylece denizdeki depremin oluşturduğu tsunamilerden etkilenmiyor ve zarar görmüyorlar.
Bahsedilen ada halkı yüz yıldan fazla sürede hiç tsunami görmemiş olmasına rağmen konuya ilişkin halk şarkıları, toplumsal bellek, anlatılan hikâyelerle bunu bilinçaltında muhafaza etmiş, olay yaşandığında ise bilince çıkarıp felaketten kurtulmasını bilmişti.
Santa Fe Eyaletinin (Arjantin) başkentinde de felaket kurbanı kazazedeler, devasa sel baskınlarına dair bilgilerini kuşaktan kuşağa aktarmak suretiyle eski toplumsal pratiklerini fiiliyata geçirebiliyorlar. Bu da gösteriyor ki, toplumun mensupları sadece bireysel değil, kolektif olarak tecrübe edinmede ortak hareket edebiliyorlar.
Metafizik şiirin kurucusu ve vaiz olan İngiliz John Donne (1572-1631), 'Hiçbir kadın veya erkek, çevresinden tecrit edilmiş halde yaşayamaz' demişti. Bizler, ait olduğumuz toplumlar ve kültürlerin birer parçasıyız. Dünyanın tüm musibetleri, felaket ve faciaları aynı anda gelip bizi bulsa bile bu durum değişmez.
Kriz/felaket zamanlarında genellikle resmi olmayan yereldeki sosyal örüntü ve oluşumlar görmezlikten gelinir. Hâlbuki bu tür örüntü ve oluşumlar afetler sonucunda zarar görmüş bölgelerin tekrar canlandırılıp ayağa kaldırılmasında yaşamsal bir rol oynarlar. Varlıkları elzem hale gelir.
Bazen yerel güç ve dinamikler olmaksızın ansızın bastıran musibet ve felaketlerle başa çıkılamaz. İktidarın yardım ve kurtarma imkânları sınırlı olduğundan, gönüllülerin o anlardaki varlığı gayet önemlidir.
Yerel faaliyetin temeli sayılan gönüllülerin girişim ve katkıları asla küçümsenmemelidir. Evrensel ölçekte genel bir tecrübedir: Felaket anlarında olay yerinde bulunan eş, dost, hısım akraba ve hatta yoldan geçenlerin ilkyardım ve kurtarma faaliyeti pek çok canı kurtarmıştır. Felaketzedelerin gönüllülerce kurtarılması, dünyanın her köşesinde bilinip örnek gösterilmektedir.
Sosyal varlıklar olan insanlar, ortak tarihleri ve yerel ekonomileri aracılığıyla, fikir ve uygulamalarını birbirlerine aktarırlar. Bireysel ve kolektif tarzda temasa geçip bağlantılı hale gelirler. Spor kuruluşları, kimliksel aidiyetler, yöre dernekleri, dini cemaatler, mesleki cemiyetler ve çarşı-pazar ilişkileri aracılığıyla insanlar bilgi, birikim ve tecrübelerini paylaşmak suretiyle muhtemel risklere/felaketlere karşı ortak tavır almaktadırlar.
İşte bu sosyal örüntü ağlarına 'Maddiyata Dayanmayan Temel Toplumsal Yapılanma' adı verilmektedir. Bu haliyle o, maddiyata dayalı ilişkilerin tam zıddıdır. Maddi güdüyle hareket etmeyen bu tür yapılanmaların hedefi, tehlike ve tehditlerin ortaklaşa savuşturulmasıdır. İktidarlar bu potansiyeli ne kadar dikkate alabilirse, felaket ve musibetlere o kadar çabuk karşı durabilirler.
Sosyal bilimler, yerel toplulukların kendi pratikleri, mahalli organizasyonları ve çeşitli kaynaklara sahip olmalarından ötürü muhtemel kriz ya da afetleri göğüslemede başarılı olduklarını gösteren çok sayıda kanıttan bahseder.
'Geleneksel Mahalli Topluluklar' olarak adlandırılan bu oluşumlar, genelde kendi çevresi ve tabiatıyla uyumludur; durum ve şartlara göre toplumsal örgütlenmesini yapar ve kültürünü değiştirip geliştirmek suretiyle doğal dinamiklerle zıtlıkları giderme yoluna bakarlar.
Bu hususta Bangladeş örneği önemlidir: Afetleri defetmek için bir adak veya taahhütte bulunulur. Hayırsever nitelikte, telafi edici bir eylemde bulunma ihtiyacı aynı zamanda o yerel toplumda bir çeşit alarma geçmeyi ve derlenip toparlanmayı da beraberinde getirir.
Toplumsal belleği pratiğe geçirmeye ilaveten teknolojinin alarm ve sinyal gönderme imkânlarından da yararlanılarak toplumun her kesimi uyarılır. Böylece sanayi sonrasında bireyselleşmiş olan topluluklar kendi aralarında kurdukları bir iletişim ağı sayesinde birey olmaktan sıyrılıp hızla bir organizasyon ve kolektif içinde yer alarak ekonomik ve kalkınma temelinde işbirliğine yönelirler.
Bilgi ve tecrübe birikimi, felaketler karşısında kolektif dayanıklılık ve tahammül duygusunu da geliştirir. 2006 yılındaki büyük sel baskını sırasında Bangladeşliler kendi aralarında resmi olmayan sosyal iletişim ağını kurarak şehir ahalisine gıda yardımı yapabildiler, varoşlardaki ekmek fırınları (veya tandır/sac misali pişirme araçları) vasıtasıyla pişirdikleri ekmekleri işportacılara/seyyar satıcılara vererek sosyete semtlerinde dağıttılar.
Böylece şehirlerin varoşlarında bir geçim kaynağı olarak uygulanmakta olan kayıt dışı sokak ekonomisi, kendisini boğup bitirmeye çalışan modern kentin ticaret merkezlerinin girişimlerine karşı varlığını ve gücünü ispat etti. Üstelik afet sırasında geleneksel yerel iletişim ağı sayesinde onları beslemesini de bildi.
Hükümetler, genellikle bu ve benzeri resmi olmayan organizasyonları görmezden gelir ve dikkate almazlar. Ancak bilinmelidir ki, aynı hükümetlerin toplumun en ücra köşesindeki yerel topluluk ve kesimlere ulaşması hiç de kolay değildir.
Mesela muhtemelen radikal dinci bir kesimin, söz konusu ücra köşelerde yaşayan halkı devletten-hükümetten uzak durmaları konusunda önceden uyarmış olması bile mümkündür. Laik yönetimle işbirliği yapmasını dini açıdan haram görmüş de olabilir.
Ayrıca sığınmacıların ve muhacirlerin muhtemel felaket konusunda bilgileri bulunmayabilir. Genelde yabancı olduklarından anadilleri, (Türkiye'deki Suriyeliler, Afganistanlılar gibi-F.B.) sığındıkları ülkenin diliyle aynı olmayabilir. Kaldı ki afet bölgesinde yasadışı biçimde yaşayan toplulukların yerel veya merkezi iktidarlarla irtibat kurmalarını önleyen kanuni hükümler de var.
Bu ve benzeri yerel kümelenmeler genelde ötekileştirilip marjinal hale getirilen itilip kakılanlar sınıfındandırlar.
Bunlar da kendi başlarının çaresine bakmak için kendi aralarında yerel bağlantılar şebekesi kurarlar. Zira kendi gücüne dayanmayı ve kendi yağlarıyla kavrulmayı alışkınlık haline getirmişlerdir. İnsan ve kültür sermayesi sadece bundan ibaret olan marjinal gruplara resmi kurumların ulaşabilmesi de gayet zordur.
Yanlış anlaşılmasın: 'Yerel Toplum/Topluluk' ve 'Yerel Kültürel Bilgi/Bellek' efsanesi yaratıp ona ideal bir nitelik kazandırma diye bir amaç yoktur bu saptamalarda. Belki de sözü edilen bu 'dışlanmışlar, ötekiler, marjinaller' kenar mahalle ya da varoşlara rastlantı sonucu gelmişlerdir.
Her grup birbirinden farklıdır, hatta her küme değişik inanç ve etnik kimliği nedeniyle bir diğerinden uzak durmakta, ona diş bilemektedir. Kümeler arasında husumet ve çekişmeler de olabilir. Dolayısıyla anılan grupların birbirleriyle ilişkileri eşit düzeyde gelişmeyebilir. Kültürel ihtilaflar da bu tür ilişkilerin kurulmasına engeldir.
Normal zamanlarda birbirlerini bir kaşık suda boğmaya kalkan bu kesimlerin, kriz ve felaket zamanlarından kin, nefret, düşmanlık gibi duyguları bastırarak işbirliği ve dayanışma içine girdikleri de görülmüştür. Acil ve olağanüstü durumlar, çekişme ve ihtilafların bir kenara bırakılmasını zorunlu kılmaktadır.
Esasen göçlerin ve bir diyardan diğerine kitlesel taşınmaların yol açtığı bir araya gelmeler, ister istemez yanımız ve yöremizdekilerle temasa geçerek yeni ortamlarda yepyeni iletişim ağı kurmamıza zemin hazırlamaktadır.
İlişkiler sürecinde 'şifreyi çözüp' karşıdakine yahut ötekine yaklaşmak, işin anahtarıdır. Bu anahtar, afetleri önlemek veya göğüslemek maksadıyla yapılacak ortak programın uygulanmasına da yardımcı olacaktır.
Felaketler, aynı zamanda karar alıcıların sorgulanmasına da yol açmaktadır: 'Afetin olacağı niçin bilinemedi? Afeti önleyemeyişinin sebebi nedir?' türünden sorular sorulması sıklaşır. 2009 İtalya depremi sırasında toplum o kadar öfkeliydi ki uzmanları ve karar alıcıları az daha hapse atacaktı.
Çünkü felaket uyarıları ve alınan kararlar doğru değildi. Buna karşılık Ağustos 2016'da aynı ülkenin gerekli tedbirleri alıp kurtarma görevini hakkıyla yerine getirdiği görüldü. Bu sefer de depreme dayanıklı binaların yapılabilmesi imar ve inşaat yasalarının köklü biçimde değiştirilmesi noktasında sesler yükseldi.
Meselenin özü şurada düğümlenmektedir: Geçmiş afet tecrübelerinden hakkıyla yararlanıp bunları öğrenmek ve öğretmek üzere toplumu örgütleyip bilinçlendirerek birlikte davranma yetilerini geliştirmeyi amaçlıyor muyuz, yoksa tersini mi yapıyoruz?
İşin anahtarı 'Maddiyata Dayanmayan Temel Toplumsal Yapılanma' sistemini kurup sürekli işler hale getirmektir.
2014 yılında Kızılhaç tarafından felaketler hakkında düzenlenen raporda sosyolojik araştırmaları ve çeşitli konferanslardaki tartışmaları içeren bol sayıda yayın bulunmaktadır. Benzer biçimde afet ile kültür arasındaki bağlantının öğrenilmesine yönelik araştırma projelerine de değinilmektedir. Zira bu tür bağlantılar, farklı yerel topluluklara ulaşıp temas kurmanın ipuçlarını vermektedir.
Bilgilerin alınıp verilmesi konulu HABİTAT III (Ekim 2016, Quito-Ekvador) konferansında bilhassa 'şehirler ve felaketlere karşı dayanıklılık' üzerinde durulmuş; Avrupa merkezli uygarlık merkezlerinin afetlere maruz kalmalarına karşı alınacak önlem ve bilgi değişimi için farklı kültürlerin uzmanlarından oluşan bir iletişim-bilgi ağı (EDUCEN) oluşturulmuştur. Belki de bu sayede siyaset ile pratikler arasındaki uçurumu kapatmanın yol ve yöntemlerini de bulabiliriz."
Yararlanılan kaynaklar:
1. https://www.un.org/en/chronicle/article/relevance-soft-infrastructure-disaster-management-and-risk-reduction. October 2016, No. 3 Vol. LIII, Human Habits, Human Habitats.
2. https://www.researchgate.net/publication/268740587_Simuelue_adasinin_tsunami_deneyimi
3. Allen H. Barton, Communities in Disaster: A Sociological Analysis of Collective Stress Situations. Garden City, New York: Doubleday, 1996.
4. BBC News (2007). Saved by tsunami folklore, 10 March. Available from http://news.bbc.co.uk/2/hi/programmes/from_our_own_correspondent/6435979
5. Arjen Boin, and others (2008). Governing after Crisis: The Politics of Investigation, Accountability and Learning. Cambridge, UK, New York: Cambridge University Press.
6. Karen Engel, and others, Flood disaster subcultures in the Netherlands: the parishes of Borgharen and Itteren. Natural Hazards, vol. 73, No. 2 (September 2014), pp. 859–882,
7. Bimal Kanti Paul. Why relatively fewer people died? The case of Bangladesh's Cyclone Sidr. Natural Hazards, vol. 50, No. 2 (August 2009 ), pp.289-304.
8. Jeroen Warner, J and Karen Engel . Disaster culture matters. Ambiente e Sociedade, vol. XVII, No. 4 (December 2014), pp. 1-8.
9. Prince, Samuel H.Prince (1920) Catastrophe and Social Change: Based Upon a Sociological Study of the Halifax Disaster. New York: Columbia University, 1920.
YORUMLAR
Yorum Yap