Avrupa'nın Ekonomik İşgaline İlk Direniş: Tütün Kaçakçılığı!

Türk tütünü büyük bir pazardı ve İstanbul hükümeti çaresiz boyun eğerek pazarı Avrupalı devletlere altın tepside sundu; ama hesap edemedikleri şey Türk halkının inatçılığı idi

  • | Son Güncelleme:
  • | Yeni Günaydın

Düyun-ı Umumiye İdaresi ile Osmanlı Devleti'nin birçok kurumunun işletmesi başında yabancı müdürlerin bulunduğu Avrupalı devletlere geçti. 

Osmanlı kaynakları, bu idare ile adeta işgal edilmişti. Batılıların işgalini en çok kabartan işletmelerden birisi tütün yetiştiriciliği idi.

Tütün Osmanlı piyasasının en önemli ürünlerinin başında geliyordu; ama yabancıların kurduğu ve "Reji İdaresi" denilen tütün işletmeciliği kısa süre içerisinde "zulüm yöneticiliği"ne dönüştü. 

Bu zulme eğilmeden evvel Düyun-ı Umumiye İdaresi ve tütünün Osmanlı macerasının tarihine bir göz atalım.

Her şey bir kararname sonucu Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin kurulmasıyla başladı

1877-8 yıllarında gerçekleşen savaşta (93 Harbi) Osmanlı Devleti, Ruslar karşısında ağır bir mağlubiyet aldı ve düşman kuvvetleri Yeşilköy'e kadar geldi.

Osmanlı Hükümeti payitaht olan İstanbul'u terk ederek başkenti taşımayı dahi tartıştığı bir süreçte büyük devletler araya girdi ve Rusların İstanbul'u işgal etmesini engelledi.

Savaş sonrası yapılacak anlaşmanın şartlarının belirlenmesi için Berlin'de bir konferans toplandı.

Bu konferansa yalnızca Osmanlı ve Rusya değil, Osmanlı'dan alacağı bulunan İtalya, Fransa ve İngiltere'den temsilciler katılarak Osmanlı'nın borçlarının da konferansın gündemine taşınmasını istedi. 

Konferansın sonunda Osmanlı'nın borçlarını ödeyebilmesi için mali reformlar yapılması ve ekonomi paketleri hazırlanması kararı alındı.

Bu, alışılmış kapitülasyonların dışında Osmanlı ekonomisine dolayısıyla bağımsızlığına yapılan ilk müdahaleydi.

Anlaşma gereği 1880 yılında Sultan Abdülhamid Osmanlı'nın borç tahvillerini satın alan ülkelerin temsilcilerini İstanbul'a davet etti.

Bu kapsamda İngiltere, Almanya, Macaristan, İtalya ve Fransa'dan seçilmiş temsilciler İstanbul'a geldi.

Bu isimlerin içinde Robert Bourke ve Baron Mayr gibi önemli devlet adamları da bulunuyordu. 

Yapılan istişareler sonucunda "Muharrem Kararnamesi" yayımlanarak Düyun-ı Umumiye idaresi kuruldu.

1881 yılında aktif olarak faaliyetlerine başlayan bu idarede yalnızca 2 Türk görevli bulunacak, kalan tüm üyeler yabancı üyelerden oluşacaktı.

1881'de aktif olarak başlayacak bu süreç, Lozan Antlaşmasına kadar yaklaşık 40 yıl boyunca Osmanlı ekonomisinin yabancıların eline geçmesine sebep olmuştu.

Düyun-ı Umumiye İdaresi ile yarı sömürge haline gelmiş Osmanlı Devleti'nin neredeyse tüm ekonomisine el konulmuştu.

Demiryolları ve liman işletmeleri yabancı şirketlerin eline geçmiş, madenler hatta içme suyu kaynakları dahi yabancı şirketlerin yönetimine verilmişti.

Düyun-ı Umumiye İdaresinin getirdiği yeni vergiler iç piyasayı sarsarken Osmanlı'nın kendini ekonomik olarak toparlamasına izin vermemişti. 

Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin neredeyse 100 sene önce kaldırılmasına rağmen halk üzerindeki tesiri, daha doğru bir ifade ile, travması sürüyor.

"Reji İdaresi" de bu travmalardan birisini teşkil ediyor. 

Tütünün Osmanlı'ya gelişi

Tütünün Osmanlı'ya ne zaman ve kim tarafından getirildiği hadisesi farklı kaynaklarda muhtelif bilgiler olarak geçiyor.

Hazarfen Hüseyin Efendi ise bu maddenin İstanbul'a ilk defa İngilizler tarafından getirildiğini iddia eder:

1007 [1598] tarihine kadar İstanbul'da ve Rumeli'nde bulunmamakta idi. 1007 [1598] yılı başında İngilizler tarafından getirildi ve bazı hastalıklara şifa verir diye satıldı. Ehl-i keyfden bazı yârân keyfe müsaadesi vardır diye müptela oldular. Giderek iptilası bütün dünyaya sirayet etti. 1045 [1635] tarihine gelindiğinde şöhreti o mertebe idi ki, tahrir tabir değildir. Badehû Padişahın umûmen Memâlik-i Mahrûsede vâki kahvehaneleri ref' buyurup yerlerine münasip dekâkin vaz´ ettiler.

Peçevi ise tütüne ve sebep olduğu zararlara müspet bakmamakta ve melun bir bitki olarak eleştirir:

İnsanlar arasında o kadar rağbet gördü ki, ayak takımından bazı insanların tütünü çok içmelerinden hâsıl olan duman sebebiyle kahvehanelerde insanların birbirini görmesi güçleşirdi. Sokaklarda ve pazarlarda insanların lüle ellerinden düşmez olup birbirinin yüzüne gözüne puf puf ederek sokakları ve mahalleleri kokuttular ve tütün üzerine birtakım manzumeler yazarak münasebetsiz bir halde okuttular. Bu yüzden birçok münakasalar oldu. Bunun kötü kokusu hemen her içenin sakalını, bıyığını, sarığını ve hatta içten giydiği elbisesini ve evinin içini kokuttuğu gibi, halı keçe gibi evlere serilenleri de yer yer yaktığı, külü ve kömürü ile her tarafı kirlettiği, uyuduktan sonra dimağa çıkan kötü kokusu ve bunlar kâfi değilmiş gibi daima kullanmanın neticesi olarak çalışmaktan ve elleri is görmekten geri kaldılar.

Naima ise Peçevi ve Hazarfen'in aksine bu bitkinin İngilizler tarafından değil, Fransızlar eliyle yurda getirildiğini iddia eder:

Gördüğü ilgi ve sevgi ile dedikodulara neden olan tütün 1606'da Fransa'dan gürültülü bir şekilde gelip Memâlik-i Mahrûse'de yayıldı. Bu durum ülkenin seçkin insanlarının tütün tiryakisi olmalarına neden oldu.

Kahve ve kahvehane kültürü zaten Osmanlı'da büyük bir tartışma konusuyken bir de tütünün biranda İstanbul'da yaygınlaşması büyük bir etki meydana getirdi. Türkler tütünü sadece sarıp içmiyor; suda fokurdatarak nargile şeklinde içmeyi adet edinmişlerdi. Bu durum beraberinde Yeniçeriden medrese talebesine varıncaya kadar herkesin hem tütün hem de kahvehane müptelası olmasına neden olmuştu.

Bir araya gelen halk kitleleri kahvehanelerde yalnızca miskinlik etmiyordu. Tiryakiler kahvehanelerde Türk kahvesi ve tütün eşliğinde politik dedikoduları da ayyuka çıkarmıştı.

Üstelik kahvehaneler sadece İstanbul'da değil, Anadolu'nun en ücra mahallelerine kadar sirayet etmişti.

Tütün yasakları başlıyor: Dördüncü Murat'ın demir yumruğu

1633 senesinde Cibali'de başlayan yangın 20 bin evin küle dönmesine ve sayısız insanın ölmesine neden olmuştu.

Yangının sebebinin ise dikkatsiz bir denizcinin tütünün sebep olduğu kısa sürede anlaşılmıştı. 

Dördüncü Murat bu yangından hemen sonra İstanbul başta olmak üzere İmparatorluğun her sathında tütünün üretimini, kullanımını ve ticaretini yasakladı.

Tütünün kaderini değiştiren gelişme ise 1649 senesinde Bahâi Efendi'nin bu bitkinin haram değil, ancak mekruh olduğuna dair yayınladığı fetva oldu.

Bazı ulemalar bu fetvayı eleştirmiş ve haram olduğunu iddia etseler de tütünün süratle toplumda yayılmasını engelleyememişlerdi.

Tütün Yeni Dünya'da keşfedildiğinde asrın şifası olarak takdim edildi. Kısa süre içerisinde tüm dünyada yayıldı.

Osmanlı'ya da kısa sürede ulaştı ve halk arasında süratle benimsendi. Kahvehane kültürünün yerleşik olduğu Osmanlı toplumunda tütün, ulemasından köylüsüne kadar tüm halka sirayet etti.

Zaman zaman yasaklanmaya çalışılmışsa da yasaklar bu bitkinin keyif verici bağımlılığını ortadan kaldıramadı.

Tüm çabalara rağmen tütün tiryakiliği bu topraklarda kök tuttu. Yabancı sermayenin Türk topraklarında ürettiği tütün mamulü sigaraya 'Murat' ismini vermeleri de tüm direnişe rağmen, mücadeleyi kendilerinin kazanacağının ironik bir simgesi olarak hafızalarda yer etti.

Reji idaresi ve direniş

27 Mayıs 1883 tarihinde Avrupalıların talebiyle Sultan Abdülhamid döneminde, tam adıyla "Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekü'l-Menfaa Reji İdaresi" kuruldu.

Bu yapı Osmanlı'daki tüm tütün yetiştiriciliğini ele geçirecek büyük bir tekeldi. 

Avrupalılar "altın yumurtlayan tavuğu" Türklerden koparıp almanın mutluluğu içerisindeydi.

Hesap edemediği şey ise halkın devlet gibi yumuşak başlı olmadığıydı.

Elin yabancısı gelip tüm harmanı gasp edecek ve kurduğu tekelle üç kuruşa en kaliteli tütünü toplayacaktı.

Bu, halk için olacak şey değildi ve Türk topraklarındaki tütün kaçakçılığının fitili böylelikle ateşlenmiş oldu.

Yapılan anlaşma gereği tütün kaçakçılığını engelleme misyonu da Reji İdaresinde idi.

Bu sebeple harekete geçen Reji yönetimi kaçakçılığı engelleme için evvela korucu birlikleri kurdu. 

Bu kolcuların tamamı; katil, sapık ve hırslardan seçilen sabıkalı-lanet insanlardı. Bu yüzden uygulamaları halkın hem Reji İdaresine hem de Düyun-ı Umumiye İdaresi'ne olan nefretini körükledi. 
 
Reji idaresi hem satın alan hem de üreticiye ruhsat veren kurumdu. Dolayısıyla ucuza kapatmak istediği tarlaların sahibi fiyata direnince ruhsatını iptal ediyor, Türk halkının alın terini yok pahasına topluyordu.

Bu durum tütünde kaçakçılığı Türk halkı için bir meslek haline getirecekti. Hem üretimde hem de satışta "Reji Korucuları" ile mücadele edilecek ve büyük oranda başarı sağlanacaktı.

Tütün kaçakçılarına "dıravacı" deniliyordu. Üretimde kaçakçılık ve satışta kaçakçılık olarak iki yöntem söz konusuydu.

Reji korucuları pek çok kaçakçı Türk'ü öldürmenin yanı sıra ağır işkenceler de uyguluyordu.

Örneğin Kırkağaç Rüsûm-ı Sitte Tütün Yoklama Kâtibi Mustafa Efendi'nin burnunun ibret-i alem için kesilmesi örneklerden biri.

Elbette yerel idareler de resmi olmamak kaydıyla Reji İdaresine karşı kaçakçıları gözetiyordu.

Sonuç olarak Türk tütünü kısa sürede resmi yolların dışında işletilen, alınan ve satılan bir ürüne dönüşmüştü.

Avrupalı devletler Osmanlı tütününden beklediği karın onda birini dahi elde edemiyordu. 

Reji idaresi mevcut yollarla tütün kaçakçıları ile baş edemeyeceğini anlayarak Osmanlı Devleti'ne başvurarak jandarma içerisinde kordon bölüklerinin kurulmasını istedi.

İstanbul hükümeti sorunu çözüyormuş gibi davransa da aslında tütün kaçakçılarına manevra alanı yaratıyordu.

Kurulan bölüklerinin hiçbir fonksiyonu olmadığı gibi Türk köylüsüne zulmetmek gibi bir niyeti de bulunmuyordu. 

Velhasıl, Batılılar Düyun-ı Umumiye İdaresi ile Türk tütününe çöküp işleteceğini zannetti.

Türk tütünü büyük bir pazardı ve İstanbul hükümeti çaresiz boyun eğerek pazarı Avrupalı devletlere altın tepside sundu; ama hesap edemedikleri şey Türk halkının inatçılığı idi.

Reji İdaresi Türk tütün piyasasından hiçbir zaman hayal ettiği paraları kazanamadı; çünkü Türkler Reji İdaresi karşısında muazzam bir "tütün kaçakçılığı ağı" oluşturdu.

Üretim ve ticarette aslan payı kaçakçılar alıyor; reji idaresi bunu engellemek adına adi suçlulardan meydana gelen kolculardan yararlanıyordu.

Belki de Türk halkının IMF gibi yabancı kuruluşlara karşı bu denli doğal bir nefrete sahip olmasının nedenlerinden birisi de Reji İdaresi gibi yapıların kültürel hafızada yerini korumasıdır.

 
 Independent Türkçe

YORUMLAR

Bu habere henüz yorum yapılmamış.İlk yorum yapan sen ol...

Yorum Yap

Bu Alan Boş Bırakılamaz
Bu Alan Boş Bırakılamaz
Yorum Yapma Şartlarını Kabul Etmediniz