Osmanlıların Japonya Tutkusu!

Aydınlar, bilhassa İslamcı münevverler arasında, Japonya'ya büyük bir ilgi duyuluyordu...

  • | Son Güncelleme:
  • | Yeni Günaydın

Aydınlar, bilhassa İslamcı münevverler arasında, Japonya'ya büyük bir ilgi duysa da Sultan Abdülhamid konuyla ilgili radikal kararlar almaz ve önemli adımlar atmayacaktı.

Osmanlı Devleti, 19'uncu asır sonu ve 20'nci asır başında büyük siyasi krizlerle sarsılmıştı.

1878 yılında Meclis-i Mebusan kapatılmışsa da İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük mefkureleri devletin kurtuluş reçeteleri olarak aydınlar arasında tartışılıyordu.

Sultan Abdülhamid'in bilhassa halifelik makamını öne çıkartarak dünya Müslümanlarının hamiliğini üstlenmesi bu süreçte Türk aydınlarının beynelmilel bazı heyecanlar duymasına katkıda bulundu.

Bilhassa Çarlık Rusya'sının tahakkümü altında bulunan Türk alimler, İslamcılık mefkuresini kurtuluş için önemli bir reçete olarak gördü.

(1912 yılı sonrası Osmanlı'nın yaşadığı ideolojik değişme uygun olarak İslamcılık ülküsü yerini Türkçülük mefkuresine terk edecekti.)

1904-1905 yılında meydana gelen Japon-Rus savaşında beklenmeyen bir netice dikkatleri Uzak Asya'daki adalar devletine çekti.

Japonya, İslam'ın ve Türklerin en büyük düşmanı olan Çarlık Rusya'sına ağır bir mağlubiyet yaşattı.

Bu zaferin yanı sıra; Japonların Meji ismini verdikleri modernleşme ve geleneklerinden kaynaklanan hayat şeklinin İslamlaşmaya uygunluk göstermesi, Osmanlı başta olmak üzere, İslam dünyasında Japonlara olan ilgiyi daha da artırmıştı. 

 Aydınlar, bilhassa İslamcı münevverler arasında, Japonya'ya büyük bir ilgi duysa da Sultan Abdülhamid konuyla ilgili radikal kararlar almaz ve önemli adımlar atmayacaktı.

Konuyla alakalı Fethi Okyar'ın aktardığına göre; Sultan, Japonya'ya gönderecek nitelikli âlim olmamasından yakınıyordu ve bundan dolayı harekete geçmemişti:

Şimdi size hicran olmuş bir hâtıramdan bahsetmenin sırasıdır beyefendi oğlum… Tarihi sarih olarak söyliyemiyeceğim, fakat, Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon İmparatorluk ailesine mensup bir Prens, beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususî bir mektup getiriyordu.

Benden, İslâm dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dinî-ilmî heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı. Orada İslamiyet'i yaymayı, mukaddes vazife sayan Abdürreşit İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âlimden mektup almış, Japonya'daki İslam'ı tamim hareketine yardımcı olmam istenmişti.

İslâm âleminin Halifesi idim. Bir taraftan daima iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şeyi yaptım, fakat bu yardımım daha çok maddi sahada kaldı.

Çünkü Abdürreşit İbrahim Efendi, bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka Rusça, Japonca biliyordu. Avrupa'yı baştan aşağı dolaşmıştı; Çin'i bile görmüştü. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Lâtince'yi de öğrendiğini yazmıştı.

Japonya'da Şinto dininin değişen şartlar içinde Japon münevverlerini tatmin etmediğini, mantık, akıl, ilim, ruh birliği ve cihânşümul (evrensel) felsefeyi temsil edecek bir dinî-mânevî hareketin, Japon milletince benimseneceğini, İslamiyet'in de aslında bütün bu vasıfları ihtiva ettiğini, sadece hakikatleri izah edecek kudret ve ilmî-mânevî kifayette şahsiyetlere ihtiyaç olduğunu yazmıştı. Japon imparatorundan, ailesinden bir Prensin ziyareti ile böyle bir mektup da alınca, mevzuun ehemmiyeti hâdise olarak önümde idi.

Fakat, bizdeki din adamlarının ilmî ve mânevî seviyelerini çok iyi biliyordum… Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslâm âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum.

İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmî kudretleri olduğu kadar cihânı telâkki tarzları, bu kadar büyük ve İslâmiyetin mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi… Japon İmparatorunun istediği Müslüman din alimleri'ni yetiştirecek feyyaz menbâlar da artık mevcut değildi.

(Okyar, Fethi (1980),
Üç Devirde Bir Adam,
Yayına hazırlayan: Cemal Kutay)

 Okyar'ın aktardığı ve Sultan Abdülhamid'in zikrettiği şahıs olan Abdürreşid İbrahim'e yakından bakmak Osmanlıların Japon ilgisini daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.


Abdürreşid İbrahim'in sergüzeşti ve seyahatnamesi

Abdürreşid İbrahim 23 Nisan 1857 tarihinde Rusya'nın Batı Sibirya bölgesinde bulunan Tobolsk vilayetinin Tara kasabasında dünyaya gözlerini açtı.

1878 Osmanlı-Rus savaşı patlak verdiğinde cepheye gönderilme tehlikesi ile karşı karşıya kalan İbrahim Efendi, 1884 yılına kadar göçebe bir hayat benimsedi ve bu tarihten sonra önce İstanbul'a ardından Hac vazifesini yerine getirmek üzere Kutsal Beldeye hareket etti.

Buradan dönüşte İskenderiye üstünden İstanbul'a oradan da Japonya hattına kadar uzanan bir coğrafyada yolculuklarda bulundu.

İbrahim Efendi; Arapça ve Türkçe'nin yanı sıra Latince, Rusça ve Japon lisanlarında da birikimini hayli ilerletmişti. 

Osmanlı'nın önemli münevverleri; Namık Kemal, Ahmed Vefik Paşa, Muallim Naci, Cemaleddin Afgani, İsmail Gaspıralı, Mehmet Akif ve Ahmed Mithad Efendi ile yakın bir ilişki kuran İbrahim Efendi'nin öncelikli amacı Rus mezalimi altında bulunan Türkleri hürriyetine yönelik çözüm yolları araştırmaktı.

Bu amaçla yayın hayatına Mir'at Dergisi ile atılan seyyahımız Rus sarayını fazlasıyla rahatsız etmeyi başaracaktı.

Ruslar İstanbul'da bulunan İbrahim Efendi'nin tutuklanarak kendilerine iade edilmesini istedi. İstanbul Hükümeti hiç itiraz etmeden bu isteği yerine getirdi.

Bunun üzerine Abdürreşid İbrahim 12 Ağustos 1904 tarihinde Odessa'ya getirilerek hapsedildi. Neyse ki Rusya Türklerinin dirayetli duruşu sonucu Rus hükümeti geri adım attı ve İbrahim Efendi'yi serbest bıraktı.

Ayrıca, bu denli kolay bir şekilde iade edilmiş olması İbrahim Efendi'nin İstanbul'a olan bakışı kısmen değiştirmişti.

Bu olaydan sonra enerjisini ve dikkatini Ruslarla baş edebilecek asıl güç olduğuna inandığı Japonlara vermeye karar verdi. 

Seyyahımız uzun seyahatinde vatanını ve ailesini geride bırakma gerekçesini şu kederli sözlerle izah eder:

Fermân-ı celîlesine imtisâlen uzun bir seyahâti ihtiyâr itdim. Önümde bir kâ'id, arkamda bir sâ'ik yok idi. Yalnız kemer-i himmeti bele bağlayarak a'sây-ı tevekkülü ele aldım. Yalnız ilâhi kelimet'ullah niyet-i halisânesiyle i'tisâm … fikrini tervîc ve takvîye amel-i mukaddesesine mebnî vatanımı, ahâli ve ailemi ve mini mini ciğerpârelerim olan masumlarımı…olarak terk itdim, ya Allah diye yola çıkdım.

(Abdürreşid İbrahim,
Âlem-i İslam ve Japonya'da
İntişar-ı İslamiyet, Cilt I)


İbrahim Efendi'ye bu uzun ve meşakkatli yolculuklarında Hacca giden ilk Japon olan değerli alimlerden Ömer Yamaoka Kotaro eşlik edecekti.

Japon toplumunda misyonerler

İbrahim Efendi, seyahati sırasında aldığı notlarda en çok yabancı misyonerlerin Japonya'daki faaliyetlerden duyduğu rahatsızlığı gözlemliyoruz:

Bugün yirminci asırdır. Fakat Avrupa'da gittikçe din taassubu terakki etmektedir, bütün cihanı misyoner ile doldurdular, âlemi Hıristiyanlık ile boğdular. Kendilerine sorsanız, "Canım yirminci asırda dinin ne ehemmiyeti var?" derler, fakat şarkta bir misyonerin burnu kanarsa kıyametleri koparırlar. Donanmalar sevk olunur. Dünyada en dinsiz millet Fransızlar ve Amerikalılardır, fakat dünyada en çok misyoner de bu iki millette bulunur (Abdürreşid İbrahim – Age.)

Seyyahımız, Hristiyan Misyonerlerin yoğun faaliyetlerine rağmen Japonya'da tutunamaması ve Japonların İslamiyet'e daha meyilli olabileceğini sözlerine eklemekten kaçınmıyor:

Bu mesele cidden şayan-ı mülahazadır, bugün umum düveli muazzama (bütün büyük devletler) misyonerleri kemali keremiyle (tam anlamıyla) çalışmaktadırlar, zannederler ki daha yüz sene sonra Japonları kamilen Hıristiyan yapacaklarmış. Olursa!.. Evet zannolunabilir, Misyonerlerin Japonya'ya ilk ayak bastıkları kırk altı sene olmuş. O zaman Japonlar tamamıyla cehalette bulunuyorlardı. Fen, maarif ve kuvvet namına hiçbir şeyleri yoktu.

Öyle bir zaman-ı fetrette gördükleri vazife milyonlar ile liralar döktükten sonra şimdiye kadar hiç olmazsa bir milyon adam tanassur etmiş (Hıristiyanlaşmış) olsa idi ümitlerini biz de haklı bulabilirdik. Ama bundan sonra Japonların tanassur etmeleri pek şüphelidir. Habeşilere kıyas olunamaz.

Ben birçok cihetten Japonların İslamiyet ile müşerref olmalarına kesb-i kanaat etmişimdir. Evvela Japonların âdat, ahlak ve usûl-u maişetleri (hayat tarzları) tamamiyle âdat-ı İslamiye ve ahlak-ı hasene-i Muhammediye ile mütenasip olup esasen hiç fark olunamaz derecededir. Bir Japon ile bir Sibirya Müslümanı yan yana geldiği gibi biri aherinden (diğerinden) hiç tefrik (ayırt) edilemez… (Abdürreşid İbrahim – Age.)

Abdürreşid İbrahim ve Mehmet Akif

Abdürreşid İbrahim Efendi'nin Seyahatnamesi büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy üzerinde önemli bir tesir uyandırmıştı.

Ayrıca ikili yakın dost olmuşlardı. Abdürreşid İbrahim, Akif'e şu tavsiyelerde bulunacaktı:

Ah Akif, ne yapayım ki senin kalbleri tutuşduran şiirlerine can verecek yaşda değilim. Yirmi sene evvel bunları yazmış olaydın, kim bilir, bunlar bana daha ne büyük kuvvet vermiş olacaktı! Bütün Asyayı, Afrikayı gezdim dolaşdım. Senin gibi bir şair görmedim… Sen bütün Asyayı, Afrika'yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşıyan Müslüman akvamın ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin, ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Sen onları görmelisin, dinlemelisin; onlar seni görmeli, dinlemelidir.

(Eşref Edip,
Mehmet Akif: Hayatı-Eserleri
ve Yetmiş Muharirinin Yazıları)

Mehmet Akif'in bu tavsiyelere uyduğuna hiç şüphe yok. Ayrıca Akif, Seyyahımız Abdürreşid İbrahim Efendi'nin sergüzeştini ve fikirlerini Safahat'ta şu dizelerle dile getirecekti:

Sorunuz, şimdi Japonlar'da nasıl millettir. 
Onu tasvire zafer-yab olamam hayrettir. 
Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada
Ruh-ı feyyazı yayılmış, yalınız şekli Buda 
Siz gidin safvet-i İslam-ı Japonlarda görün 
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün 
Müslümanlıktaki erkanı siyanette ferid 
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid 
Doğruluk, ahde vefa va'de sadakat, şefkat 
Acizin hakkını i'laya samimi gayret 
En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken 
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken 
Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak 
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak
"Öleceksin" denilen noktada merdane sebat 
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat 
Medeniyet girebilmiş yalnız fennniyle 
O da sahiplerinin lahik olan izniyle 
Dikilip sahile binlerce basiret im'an 
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan 
Garb'ın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür 
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür 
Gece gündüz açık evler, kapılar maldalsız 
Herkesin sandığı meydanda bilinmez hırsız 
Ya o mahviyyetti insan görmez bir yerde 
Togo'nun umduğumuz tavrı mı vardır? 
Nerde Gidelim der götürür, sonra gelip ta yanıma 
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma 
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada 
Sade Osmanlıların gayreti lazım arada 
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler 
Ulema vahy-i ilahi'yi mi bilmem, bekler?

(Mehmet Akif,
Safahat,
Süleymaniye Kürsüsü)

Akif'in üzerinde ısrarla durduğu "Japon Ahlakı" hakkında İbrahim Efendi şu ifadeleri kullanır:

Japonların ahlak-ı milliyeleri yegane sermayeleridir. Umumiyetle Japonlar ahlak-ı milliyeleriyle iftihar ederler ve bunun muhafazası uğrunda her nevi fedakarlığı gözlerine aldırmışlardır. Bir taraftan da Hıristiyanlık bunların ahlakını ifsada başlamıştır. Hıristiyanlığı kabul edenler ekseriyetle su-i ahlak ile mübtela olmuşlar ve olmaktadırlar.

Sefahat tamim etdikçe, milletlerin muazene-i iktisadiyeleri sarsılacağını Japonlar mükemmel takdir etmişler, bütün kuvvetleriyle bunun önünü almak uğrunda her fedakarlığa göğüs vereceklerdir. Bunun içi yegane çare İslamiyet'i kabul etmektir.

Dine rabıta olunmadıkça ahlak muhafaza olunamaz, bu tecrübe-i adide ile masduktur. Buda mezhebi ise bu vazifeyi ifa edemeyecektir, şu halde Japonlara en sağlam, en kestirme yol var ise o da İslamiyet yoludur. (Abdürreşid İbrahim – Age.)

Seyyahımızın Japonya'daki en büyük arzularından birisi Tokyo'da bir cami inşa ettirmekti.

Bu noktada Japon halkından gerekli desteği görünce müsaade almak adına İstanbul'a İslam halifesine müracaat etti.

Buradan da gerekli izinleri alan İbrahim Efendi, bugünkü meşhur Tokyo Camisi'nin inşa edilmesini sağladı.

Bu cami zaman zaman çeşitli şayialarla gündeme geliyor; ama işin aslı son kuruşuna kadar bu caminin parasını İslam dostu Japon halkı ödemiştir.

Ne Atatürk'ün ne de Sultan Abdülhamit'in bu caminin inşasında maddi hiçbir desteği söz konusu değildir.

İbrahim Efendi bulunduğu her yerde tek gündemi İslam'dı. 1911 yılında cihat çağrısıyla Trablusgarp'a direnen aydınlardan birisi de oydu.

Yaşını başını almış İbrahim Efendi bölgede bulunma nedenini kendisi izar eder:

Şaşkınlıklar zail olur olmaz herkes dâr'ül-harbe gitmeye başladı; bende duramadım bir ateşdir kalbimi kapladı. Gitmeden rahat olamazdım, vak'a ben yaşlıyım benim elimden bir şey gelmez, fakat hiç olmazsa cihad edenlere su vermeye yararım.

Velhasıl, Abdürreşid İbrahim Efendi böylesi bereketli bir ömrü İslam dininin devlet nezdinde resmen tanınmasını sağladığı Japonya'da 17 Ağustos 1944 yılında tamamladı.

Üstelik ömrünün son yıllarını, Japonya büyük bir Cihan Harbi vermesine rağmen bu toprakları terk etmeyerek kendisini çok seven Japon halkına vefasını göstererek tamamladı.

 

 

Independent Türkçe

YORUMLAR

Bu habere henüz yorum yapılmamış.İlk yorum yapan sen ol...

Yorum Yap

Bu Alan Boş Bırakılamaz
Bu Alan Boş Bırakılamaz
Yorum Yapma Şartlarını Kabul Etmediniz